Huylunun huyu huysuza geçmemiş. Yoksa huylu mu huyundan vazgeçmemiş, bilinmez. Ama neticede huylu huyuyla kalmış, huysuz adıyla.
Gel zaman git zaman dillere dolanmış bu aşıklar. Kavgaları ayrı konuşulmuş saadetleri ayrı. Biri hep kıskanılmış öteki hırpalanmış. Ama ne olursa olsun bu iki aşık hiç ayrılmamış… Kökleri aynıymış çünkü. İkisinin de soyu sopu, eti budu “huy” muş. Onları farklı yapan tercih ettikleri yolmuş. Yoldan ziyade, kalpten içerde, ötenin berisinde tuttukları elmiş. Kimini yakan kimine uzanan, kimini vezir kimini rezil eden “el”.
Bunu bilmek çare olmamış huysuza. Bırakıp gidememiş ne huyunu ne de huysuzluğunu. Eksik kaldığında tamamlanmış huyludan, kendine yetince çıldırmış yine huysuzluğundan. Bıktırsa da herkesi, caymamış inadından! Görmüş laf etmiş, görmemiş söz. Duymuş ağlamış, duymamış kızmış. Az gitmiş uz gitmiş dereyi tepeyi yol etmiş…
Huylu almış bir gün karşısına anlatmış olanı biteni. “Bak huysuz,” demiş. Sana bir “huy”lar olmuş, önün arkan “suz” içinde. Toparla kendini! Etrafında kimse kalmayacak bu gidişle.
Dinler mi bizimki! Dudak bükmüş sırt dönmüş. Öyle heybetli de değilmiş ama kendini hep büyük görmüş.
“Gitsinler!” demiş. Sen varsın ya…
Huylu gülümsemiş, “Doğru ben varım ya… Sen olmadan ben ne yaparım? O kadar huylunun içinde kendimi nasıl kanıtlarım?”…
Huysuz bir şey zannetmiş kendini. Aynaya doğru eğilirken iliklemiş simli ceketini. “İşte böyle!” demiş. “Senin kıymetin benle ölçülür, benim varlığıma sebep sensin. Bırakalım da yolunu herkes kendi seçsin!”…
“Huy”unuz kurumasın