Can Yücel’in şiirinde, “bir hayatın musallada başlayıp döllenme evresinde son bulmasını” güzellemesi kadar enteresan aslında, olayları bir başkasının penceresinden ele almak ya da o pencereyi “ele almak”.
Orada ektiğin çiçeklerin burada kokmadığını ve/veya sende yağan karın bende yolları kapatmadığını anlamak.
“İdrak” ile “inkâr” arasındaki incecik çizgide durmak, soluklanmak. Bunu yaparken de biraz sempatik, çokça empatik olmak.
Eşiği bellemek değil kastettiğim, yanlış anlaşılmasın! O eşiğe giden yolları adımlarken ayağın değdiği her zemini “öpercesine” ilerlemekti anlatmak istediğim.
Şurada anlaşalım; herkesin yolu kendine uzun, kendine engebeli. Ya da kendine gösterişli ve kendine kıymetli. Düşünsene, 5 yaşındaki Yağız Ali’nin ayakkabılarını; sana göre nasıl da küçük, nasıl da temiz ve senden ne kadar bağımsız. Tıpkı babanın ayakkabılarının büyük kalması gibi.
Aynı mantıkla bakarsak, herkesin penceresinden gördükleri de kendine doğru, kendine yanlış. Kendine haksız ve/veya inadına haklı. Hatırlatayım; renk körüne “kutucuğu yeşile boya” deyip kenara çekildik yıllarca ve cevap anahtarı tek şıklıydı. Ya da disleksi bir çocuktan dakikada 100 kelime okumasını bekledik, yapamayınca da “başarısızlığına” inandık, onu da inandırdık.
Aile bağlarımız zayıf diye, kardeşleriyle hafta sonları pikniğe gidenlere burun kıvırdık. Başka işleri mi yok dedik, “iş” tanımlarından bir haber hem de. Behlül olamadık diye belki de Bihter’i yaftaladık. Ha, ne dersiniz? Olamaz mı? Ya da karnımız hep tok diye tabaklara “yancı olmadık” arkadaş meclislerinde.
Diyeceğim şu ki; hayata başka pencerelerden bakıverin. Elinizde bir cam sil, bir de bezle.